Hakeme Saldırı, Futbola Aidiyet ve Sosyolog — Psikolog Kavgaları
Ben bu yazıyı yazarken, sabah haber bültenleri dün akşam Trabzon’da oynanan Trabzonspor — Fenerbahçe maçında çıkan olayları anlatıyor. Son üç dört senedir futbolla pek ilgilenmiyorum. Ne zaman yakından takip etmeye başlasam ya bir şike olayı ya bir maç kavgası tadımı kaçırdı. Anlaşılan o ki, dün akşamki maç baya olaylı geçmiş. Televizyon ve internette seyircilerin arasından fırlayarak ilave yan hakeme saldıran fanatiğin görüntüleri var. Arkadan koşarak vurduğu hakemi önce yere deviriyor, arkasından da yüzüne yumruk tekme saldırmaya girişiyor. Saldırgan kimdir merak edip bakıyorum. 17 yaşında. Karşıma ilk çıkan fotoğrafı Oflu Gençler Trabzonsporlular Derneği amblemi önünde, gururla çekilmiş bir kare. Sağ elinde sigara, sol elinde tespih tutuyor.
Sosyologların ve psikologların kavga ettiği bir çok konu var ama en ateşli konulardan bir tanesi psikolojik “delilik” ve “normallik” kategorileri olsa gerek. Bu anlaşmazlığın kökündeki sebep şu: Sosyologlar olmuş bir olayı tarihsel ve kültürel bütünlüğü ile incelemeye çalışır. Birey tarafından yapılan hareketi arkadaki karmaşık toplumsal dinamiklerin sonucu olarak yorumlar. Bireyin davranışı toplum tarafından yaratılmıştır. Psikologlar için ise toplumsal normlar bellidir, bu normların dışındaki hareketler anormal olarak değerlendilir. Örneğin, hangi davranışların psikolojik rahatsızlık olarak kabul edileceğini belirten bir rehber vardır(DSM — V). Ancak bu rehber de statik değildir, örneğin hiperaktivite buraya bir rahatsızlık olarak sonradan girmiş, daha önceleri bu rehberde bir rahatsızlık olarak belirtilen homoseksüellik de 1973 yılında çıkarılmıştır. Birey tarafından yapılan ve toplum düzenine aykırı gelen bir hareket, bu bakış açısı içerisinde anormallik, hastalık veya halk arasındaki tabiriyle delilik olarak kabul görür.
Bu iki bakış arasındaki fark asıl şu soruyu sorduğumuzda ortaya çıkar: Nasıl çözeriz?
Psikolojiye göre kişi hasta olduğu için onun tedavi edilmesi gerekir, durum münferittir, toplumsal değer yargılarında bir sıkıntı yoktur. Bu anlamda bakıldığında bilimsel bir disiplin olarak psikoloji, genel geçer toplumsal değer yargıları ile iyi geçinir, onları sorgulamaktan daha çok onlara uyum sağlar. Bu sorunun cevabı sosyolojiye göre ise çok daha ilginçtir. Kişinin kendisi hasta değildir, kişinin davranışlar, içinde bulunduğu toplumsal koşullar, ihtiyaç duyduğu aidiyet ve kimlik duyguları ve değer yargıları ile açıklanabilir. Toplumun tüm değer yargılarını kökünden sarsan bir çocuk tecavüzü davası ile karşılaştığımızda, tüm medya kuruluşları bir noktada o kişinin “psikolojik rahatsızlıkları” olduğu savını ortaya sunmaya başlarlar. Yüreğimize su serpilir. Toplumsal değer yargılarında sıkıntı yoktur. Kişinin kendisi anormaldir, durum münferittir. Çözüm kişinin ilaca başlatılması veya bir psikiyatrik enstitüye kapatılmasıdır. Günü kurtarırız. Bir sonraki benzer tecavüz-cinayet vakasına kadar da düşünmeyiz. Bir daha olduğunda aynı hikayeyi medya hep bir ağızdan tekrarlar. Kişi yine psikolojik sorunlu bir kişidir. Kişinin pekala da psikolojik sorunları olabilir, ancak bu bahaneye sığındıkça bu tür kişileri ortaya çıkaran toplumsal faktörleri analiz etme ve düzeltme fırsatına kasıtlı olarak sırt çevirmiş oluyoruz.
Hakeme saldıran Oflu gencin vakası bu duruma güzel bir örnek. Eminim önümüzdeki günlerde bu kişinin aslında içinde bulunduğu grubun veya toplumun değerlerini doğru temsil etmediği, aslında bir tür ayrık ot olduğu, istisna olduğu ve hatta psikolojik sorunları olduğu gündeme gelecek.
Halbuki durum bu değil. Kişi kendi başına içinden çıkamadığı bir aitlik krizi yaşadığı için hakeme saldırmak kadar akla alınmaz bir tepki veriyor.
İnsanı fiziksel olarak ayakta tutan önce iskelet sistemi, sonra da kasları ise; zihinsel olarak ayakta tutan da önce tutunduğu kimlik öğeleri, sonra da değerleridir. Sadece tek bir kimlik öğesine kendi varlığını bağlamış birisini karşınıza alır ve o kimlik öğesinin değerini gözleri önünde yerle bir ederseniz, bu karşınızdaki kişinin gözünde onun kimliğini ezmekten farklı değildir. Size elinde ne var ne yoksa onunla saldırır. Yetişkinliğin kokusunu almaya başlamış ama henüz tadına bakmamış 17 yaşındaki bir genç için hayattaki en önemli şey kendini var etme, neye ait olduğunu bulmaktır.
Eğitim seviyesinin yetersizliği sebebi ile dünyayı ve küresel değerleri yeterince keşfetmemiş birisi bilimsel veya evrensel kimlik öğelerini benimseyecek olgunlukta olmayabilir. Ekonomik mücadele sebebi ile çocuklarına zaman ayıramayan anne ve babanın olduğu bir evde büyüyen birisi, doğru insani değer yargılarını almamış ve doğru kültürel kimliğini bulamamış olabilir. Bu durumda bir insanın, her insanın fiziksel hayatta kalma ihtiyaçları ardından gerek duyduğu en gerçek ve insani ihtiyaç olan aitlik için hali hazırda bulunan millet, din, memleket, dil gibi kavramlara sarılması kadar sıradan ve doğal bir şey yoktur. Başka bir deyişle, din ve milliyetçilik gibi ideolijileri mantıksal argümanlarla çökertmek mümkün değildir, önce kişilere tutunacakları başka dallar vermek gerekir ki bu dalları bıraktıklarında boşluğa düşmeyeceklerini bilsinler.
Hakeme saldıran gencin dünyasında, tutunduğu iki kavram birden saldırıya uğruyor. Hem memleket değerleri saldırı altında (Ofluluk, Trabzonluluk) hem de futbol takımı Trabzonspor 4–0 geride bir skorlar hezimete uğruyor ve rezil oluyor. Duygusal olgunluğu henüz gelişiminin tamamlamamış bir kişi olarak da kendisine yapıldığını sandığı saldırıya tekrar bir saldırıyla cevap vermek zorunda hissetmiş olmalı ki böyle bir gündem yaşadık.
Bu konuya kişinin davranışını anormalize ederek bakmak, münferittir demek yerine bütünsel bakacağımıza göre şu soruyu soracak alanı kendimize yarattık: “Ne olsaydı aynı durum altındaki bu genç saldırıda bulunmazdı?” Cevap basit. Eğer bu gencin kimliğinde, ait olduğu değerlerde ve dünya bakışında Trabzonsporluluk’tan daha büyük aitlikler ve değerler olsaydı, kimliğini bütünü altında saldırı altında ve ezik hissetmezdi. Kendini kötü hisseder ama varoluşsal endişe yaşamazdı. Örneğin Etik Futbol Kurumu isimli bir derneğin üyesi olsa ve burada yaptığı işlerle kendi çevresinden saygı görseydi bu davranışı göstermezdi.
Futbol, kendisine başka üst değerler bulmakta zorlanan koca bir toplumun, aidiyet ihtiyacına verdiği en net cevap. Bunu, futbolu sporsever gibi sevenleri kastederek söylemiyorum. Kastım tam tersi, futbolu bir spor olduğu için değil, bir kavga olduğu için sevenler; takım kimliğine ve başka yerde bulamadığı o aidiyet duygusuna cevap aldığı için futbol hastası olanlar, şike ile yenmeyi iyi futbol ile berabere kalmaya tercih edenler.
Bir cevap yazın