Şiddet, Vahşet ve Bildiğim En Tehlikeli Kelime

Üzücü zamanlardan geçiyoruz.

Tarihte çoğu nesil, kendi içinde yaşadığı dönemin diğer zamanlardan çok farklı olduğunu düşünerek yaşamış. Bu duygu şüphesiz bizim içimizde de var. Ancak biz önceki nesillere göre bir kaç seviye daha haklı olabiliriz bu şekilde hissetmekte. Teknolojik bir devrimin göbeğinde yaşıyoruz. Dünya’nın tüm insanları daha önce hiç böylesine bağlanmamış, birlikte düşünür, birlikte tepki verir ve birlikte kabullenir olmamıştı. Bu sebeple eskiden sadece kendi lokal komünitemiz içinde ve çevresinde tanık olduğumuz veya haberini aldığımız şiddet ve vahşet örnekleri ile yaşarken, bu küresel bağlı olma durumunun sonucu olarak, her yerden ve her zaman haber alıyoruz. Medyanın işleyiş şekli sebebiyle de şiddet ve vahşet haberlerinin arkası kesilmiyor. Daha dikkat çektiği ve sansasyonel olduğu için olumsuz nitelikli haberler, olumlu haberlere göre çok daha sık yer buluyor. Hatta bir araştırmaya ve araştırmacı Steven Pinker’e göre, Dünya tarihinin en barışçıl döneminden geçiyoruz. (Açıkçası buna tam olarak ikna olmuş değilim.)

Her halükarda, bir gün içerisindeki 24 saatin her birini dünyanın farklı köşesinden “dayanılmaz” olarak nitelendirebileceğimiz bir haber ile doldurmak ve bunu bir yıl içindeki her günde tekrarlamak mümkün. Sadece Türkiye’de 2002 – 2013 arasında cinayet sebebiyle ölen kadın sayısı 13,381. Günde ortalama 3,3 insan…

Psikoloji’deki en temel konulardan biri Defans Mekanizmaları’dır. (Reddetme, yansıtma, rasyonalizasyon vb.) Her nasıl kurumsal bir ortam içerisinde büyük bir suçlama ile karşılaştığınızda savunma tepkileri verirseniz, psikolojiniz çok negatif durumlarla karşı karşıya kaldığında bunu sizin için ve çoğu zaman da sizin haberiniz olmadan otomatik bir refleks biçiminde yapar. Genelde de bu refleksler bilinçdışıdır ve ancak dikkatli bir oto-analiz ile farkına varılır.

Hayvandan farklıyız.
Hayvandan farklıyız.

Bu kadar yüksek dozda negatif haber ile, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik içerisinde karşılaştığımızda verdiğimiz başka ve çok merkezi bir tepki daha var, ve en tehlikelisi de o: Normalleştirme.

Normalleştirme aslında doğal halinde, bireyin kendisi için sağlılıklı bir durum çünkü çevre koşullarına adaptasyon anlamına geliyor. Ancak burada bireyin ve toplumun çıkarları arasında bir tutarsızlık var. Bireyin adaptasyonu anlamına gelen bu durum, toplumsal anlamda o bireyin değişim için bir çaba göstermemesine, olanı olduğu gibi kabul etmesine yarıyor. Yani diğer bir değişle, her olumlu kitlesel ve toplumsal değişim, içinde yaşadıkları durumu olduğu gibi kabul etmeyen, normal bulmayan insanlarla ve onların yaşadığı iç gerilimler ile oluyor.

Neyin “normal” ve kabul edilebilir olduğu bir durum ile ne sıklıkta karşılaştığımıza değil, bizim kişisel ve toplumsal değer yargılarımıza bağlı olmalı. Birey olarak yapabileceğimiz en tehlikeli şey; ister iş ortamında, ister şehir ve ülke olarak karşılaştığımız durumlarda adil, hakkaniyetli, dürüst ve faydalı olmadığından şüphelendiğimiz, hatta daha da ötesi, etik dışı, ahlak dışı hatta kanun dışı olduğunu bildiğimiz durumları normal kabul etmek.

Dünya ve ülke medyasının gösterdiği ve bizim sokakta yüzyüze kaldıklarımız karşısında, her ne kadar kolay gelmese de, birey olarak yapabileceğimiz ilk ve en önemli şey insanın özünde sadece vahşi bir canlı olmadığını, ikilikleri ve çelişkileri içinde barındırdığını ve bu geçtiğimiz günlerdeki yaşantıların normal ve sıradan olmadığını bilmek.

Ne kadar sık karşılaşırsak karşılaşalım, insanın doğasında sadece şiddet yok. Şiddet var. Ama sadece şidddet yok.

Zihinsel olarak normalleştirmeyi kabullendiğimiz anda değişim için gerekli olan bireysel ve toplumsal direnci kaybediyoruz. Adapte oluyoruz. Yaşadığımız bu kadar şiddet karşısında benim tek söyleyebileceğim bu.

Normalleştirmeyelim.

Adapte olmayalım.

www.ozandagdeviren.com

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.